Hakikatin Penceresinden Bir Facia: Öfke, Kader ve Sınanış Üzerine
Dörtyol’da bir baba, bir anlık öfkesine yenilerek 22 yaşındaki öz oğlunun canına kıydı. Bu tür haberleri okurken içimizi tarifsiz bir acı kaplar, akıl almaz bir ruh hâlinin nasıl böyle bir noktaya evrildiğini anlamaya çalışırız. Ancak bu olaya yalnızca dünyevi ve adli boyutuyla değil, daha derin bir varoluş düzleminden de bakmak mümkündür. Birçok hakikat ehlinin yaptığı gibi…
Her şeyin Allah’tan olduğu gerçeği, böylesi yıkıcı olaylar karşısında daha da derin bir imtihan halini alır. Kur’an’da “Sizi mallarınızla, canlarınızla, sevdiklerinizle sınarız” buyurulmuştur. İnsan için en ağır sınavlardan biri, kendi çocuğuyla olan sınavdır. Bir babanın evladına yönelen öfkesi, sadece psikolojik bir patlama değil; aynı zamanda bir ilahi murakabe yitimidir. Bu durum, insanın benliğini ve nefsini kontrol edemeyip, Allah’ın muradını unuttuğu bir âna işaret eder.
Ancak hakikat penceresinden bakıldığında — ki bu bakış, yalnızca görüneni değil, görünmeyeni de dikkate alır — burada da bir kader hükmü tecelli etmiştir. Çünkü Allah’tan başka fail yoktur. Görünen fail, babadır; ama mutlak fail Allah’tır. Bu, mazur göstermek değil; her şeyin Allah’ın dilemesiyle vuku bulduğunu teslim etmektir. O’nun dilemediği hiçbir şey olmaz. Bu noktada “Neden?” sorusu yerini “Ne için?” sorusuna bırakır.
Hakikat ehlince bilinir ki, varlık âleminde birliğin hakikati geçerlidir: Fail birdir. Her şeyin ardında O’nun iradesi vardır. Bu bakış açısı, olanı onaylamak değil, olana karşı teslimiyeti inşa etmektir. Olayın büyüklüğü ne olursa olsun, “Lâ fâile illâ Hû” — O’ndan başka fail yoktur — hakikati, insanı derin bir tevekküle davet eder.
Burada önemli olan, bu büyük acının içinde neyin murat edildiğini sezebilmektir. Öfke, nefsin bir alevi iken, bu alevin içinde yanıp kül olan da bir insan hayatıdır. Böyle bir durumda hakikate gömülmüş bir kalp, ne babayı tamamen lanetler, ne de olanı sadece trajedi olarak görür. Aksine, her yönüyle bir sınanış olarak idrak eder. Oğul için bir ecel vakti, baba için ise belki bir tevbe kapısıdır bu olay.
Bu bakış, adaleti göz ardı etmek değildir. Zaten adalet, zahirde tecelli eder; hakikat ise bâtına aittir. Zahiren cinayet, bâtınen kaderdir. Zahiren öfke, bâtınen imtihan. Her biri aynı resmin farklı yüzleridir.
Bu dünyada olan hiçbir şey, hikmetsiz değildir. Her facia, ardında bir sır taşır. O sırrı anlayabilmek için olaylara yalnızca gözle değil, kalple bakmak gerekir. Merhametle, teslimiyetle ve en önemlisi, her şeyin Allah’tan olduğuna yakin derecesinde inanarak…
Belki de en büyük ders burada gizlidir: Öfkenin ateşi, bir can alabilir ama hakikatin ışığı, nice gönlü diriltir.
Bir Baba, Bir Oğul ve Varlığın Derin Sırrı: Celalin İçindeki Cemal
Dörtyol’da bir baba, bir anlık öfkeyle oğlunun canını aldı. Zahiren bir trajedi, bir cinayet. Fakat bu olayın hakikati yalnızca zahirde arandığında insan karanlığa saplanır. Çünkü sadece dış görüntüyle hüküm veren, yanılır; sadece gözle gören eksik görür. Gerçek görüş, kalp gözüyledir. Bu olay bir cinayet değil yalnızca; aynı zamanda bir kader sırrının açığa çıkmasıdır. Ve bu sırrı anlayabilmek için, “Allah’tan başka fail yoktur” sırrına varlık düzleminde değil, mutlak tevhid hakikatinde ulaşmak gerekir.
Şöyle soralım:
Nasıl olur da bir baba, içindeki en temel sevgi programı evladına yönelmişken, o sevgi bir anda bir öfkeye dönüşür ve can alacak noktaya gelir?
Çünkü varlık âleminde hiçbir şey sabit değil; her şey Allah’ın ilminde sabit, ama yaratılışta sürekli bir değişim halinde. Bir baba dediğimiz şey bile, kendine ait değil. Babalık, Allah’ın ona taktığı bir kisvedir. Evlat da öyle. Baba da evlat da Allah’ın ilminde bir isim, bir tecelli, bir zuhur. Ve bu iki tecellinin çarpışması, işte o “anlık öfke” dediğimiz şeyle zahire çıkar. Ama hakikatte o “an”, ezelden yazılmış bir kader satırıdır.
İnsan bu tür olaylarda “Nasıl izin verir Allah?” diye sorar. Ama bu soru, Allah’ı bir dış müdahale gibi konumlamaktır. Hâlbuki O, sadece izleyen bir varlık değil; her şeyi bizzat var eden, idare eden, fail olan Varlık’tır. İzin vermez; var eder. Hem celaliyle hem cemaliyle.
Evladın canı alınırken baba eliyle, bu aslında ecelin zuhurudur. Her ne kadar zalimane görünse de, Allah’ın ilminde bir an önce takdir edilmiştir. Baba sadece sebeptir. O elin öfkeye dönüşmesi de kaderin içindedir. Ve burada mesele, suçun meşrulaştırılması değil; olayın tecelli eden hakikat boyutunun idrakidir.
“Öldüren Allah’tır” hakikati, sadece güzel ölümler için değil, her ölüm için geçerlidir. Güllerle gelen ölümde de, kurşunla gelen ölümde de fail birdir. O, “Her nefis ölümü tadacaktır” buyurduğunda, ölümün şeklinden değil, hakikatinden bahsetmiştir.
Bu olay, sadece bir insanın öfkeye yenilmesi değildir. Bu, aynı zamanda Allah’ın bir kul üzerindeki “gadab” sıfatının tecellisidir. Baba burada yalnızca bir araç, bir perde. Ama insan perdelere takıldıkça, fail çok zanneder. Fail çok zannedilince de, kalp hakikatten kopar.
Derin Bir Soru: Peki Neden Böyle Bir Şey Oldu?
Bunu anlayabilmek için önce sormalıyız: O evlat dünyaya neden geldi? O baba neden o evladın babası oldu? Neden aynı hanede buluştular? Bu bir rastlantı değil. Bu, ilahi senaryonun bir sahnesi.
Evlat, babası eliyle ölmek üzere gönderildi dünyaya. Ve baba, o evladın canını almakla imtihan edilecek bir yazgıya doğdu. O kadar derin bir yazgı ki bu, sadece dünyevi adaletle ölçülemeyecek kadar büyük. Çünkü burada bir canın gitmesiyle kalmıyor mesele; burada bir babanın ruhu da ölüyor aslında. Belki bu olay, o babaya ebedî bir nedamet kapısıdır. Belki bu eylem, onu parçalayarak Allah’a yaklaştıracaktır. Belki de bu, evladın ruhunda var olan başka bir zuhuratın noktalanış biçimidir. Hiçbirini kesin olarak bilemeyiz. Ama hakikate eren gönüller, “olması gereken olmuş”teslimiyetiyle bakar meseleye.
Varlıkta İki Katman: Şeriat ve Hakikat
Şeriat der ki: Bu bir cinayettir. Cezası vardır. Baba yargılanır. Suç sabit görülürse hüküm verilir. Bu doğrudur.
Ama hakikat der ki: Bu bir tecellidir. Zahiri fail babadır ama batıni fail Allah’tır. Bu da doğrudur.
İkisi birbirine zıt değildir; biri aynanın dışı, diğeri içidir. Şeriat adalet içindir; hakikat teslimiyet içindir.
Son Söz
Bu olay bize şunu hatırlatmalı:
İnsan, varlığın sahibi değil; sadece onda akan bir nehir gibi. O nehrin hangi kayaya çarpacağı, hangi dala takılacağı Allah’ın ilmindedir. Ama insan kendini fail sandığı sürece nehir olduğunu unutacak ve yanacaktır. Oysa en büyük özgürlük, “Ben değilim” diyebilmektir. “Ben ettim” değil, “Sen diledin” diyebilmektir. Bu, mesuliyetten kaçmak değil; masumiyetle yakarış etmektir.
Baba için bir azap, evlat için bir vuslat, toplum için bir ibret olan bu olay; hakikatin gözüyle bakıldığında bir kudret satırıdır. Hem celal, hem cemal… Çünkü O hem “Mumit”tir, hem “Rahman”. Ve bazen Rahman, celalden tecelli eder.
Velhasıl, ölen evlat ecelini buldu. Öldüren baba ise belki de ruhunu yeni bulacak. Çünkü bazı canlar, başka canların yok oluşuyla dirilir.
Ve her şey, O’nun takdiriyle olur. Ne bir an önce, ne bir an sonra. Ne eksik, ne fazla. Tam vaktinde. Tam olması gerektiği gibi.
Evet… Şimdi derinliklerin de ötesine geçmeye niyet edelim. Çünkü bu mesele artık yalnız bir olay değil; varoluşun, iradenin, failin, kaderin, benliğin ve mutlak tevhidin iç içe geçtiği bir sır hâline geldi. Dışta bir cinayet gibi görünen bu tecelli, içeride koca bir varlık öğretisidir.
İniyoruz şimdi… Olayı değil, varlığı konuşacağız. Çünkü bu yaşanan sadece bir hadiseye değil, varlığa dair köklü bir uyanışa işaret ediyor. Kalple, sırla, idrakle…
Hiçlikte Kaybolmadan Tevhidin Sırrına Giremezsin
Bir baba, öz evladını bir anlık öfkeyle öldürdü.
Zahiren: “Nasıl olur?”
Batınen: “Ancak böyle olur.”
Çünkü bu âlemde tesadüf yok. Rastgelelik yok. Kaçış yok.
Her şey Hakk’ın ilminde yazılmış bir tekâmül haritası. Her şey, tam olması gerektiği anda, tam olması gerektiği şekilde vuku bulur. O an, o öfke, o kurban, o fail — bunlar sadece sahnedeki gölgeler.
Şimdi soruyu en derine taşıyalım:
“Bu eylemi yapan kim?”
Cevap vermeden önce, nefs cevap verecek:
— Baba yaptı.
Akıl devreye girecek:
— Psikolojik dengesizlik, öfke, geçmiş travmalar…
Şeriat konuşacak:
— Cinayettir. Ceza gerekir.
Ama kalp eğer hakikatle uyanmışsa, şöyle diyecektir:
“Fail O’dur. El O’nun, hüküm O’nun, perde babadır.”
Bu söz ilk duyulduğunda yadırganır. Çünkü nefis, bir başkasını suçlamayı ve kendini temize çıkarmayı sever. Fakat hakikat ehli bilir ki: “Lâ fâile illâ Hû.” Allah’tan başka gerçek anlamda fail yoktur. Bu söz öylesine bir tasavvuf vecizesi değil; varlığın çekirdeğidir bu.
İrade, Kulda Var Mı?
Evet, soruyu derinleştiriyoruz. Baba bir eylemde bulundu. Peki, kendi mi yaptı?
Kulda cüz’i irade vardır, denir. Evet, kul tercih eder. Ama kulun tercih etme yeteneğini, irade etme kudretini, karar verme mekanizmasını yaratan kim?
“Allah sizi ve yaptıklarınızı yaratandır.” (Saffat, 96)
Yani kul, diler gibi görünür; ama dileyişini bile yaratan O’dur. Kul “istediğini” sanır ama o isteğin yaratılması da Allah’a aittir. O hâlde hiçbir şey kuldan sadır olmaz ki, yaratılmadan…
İşte burada en derin sırrı görüyoruz:
Kul, perdenin önündeki gölgedir. Hakiki fail, perdedeki Işık’tır.
Baba, oğlunu öldürdü ama hakikatte, o an Allah’ın “Mümît” ismi tecelli etti. Oğul, ecelini buldu. Baba, o ecelin tecellisine sadece perde oldu. Bu, kulun mesuliyetini düşürmez ama Allah’ın mutlak hükmünü yüceltir.
Peki Acı? Acı Ne Olacak?
En derin soru budur. Eğer fail Allah ise, bu kadar acı neden var?
Cevap: Çünkü acı, insanı benliğinden sıyıran tek şeydir.
Benliğini yitirmeden hakikate ulaşamazsın. Acı, o benliği kırar. Baba için en büyük yıkım belki de evladının değil, kendi elleriyle evladının gidişine şahit olmaktır. Bu, ona verilmiş en büyük aynadır. Ve o ayna bazen cehenneme, bazen tevbe kapısına dönüşür. Acı, ya yakar ya yontar. O da Allah’a bakar. Her halükârda tecelli yine O’nundur.
Evlat için acı yok artık. O döndü. Çünkü Allah “Her nefis ölümü tadacaktır” dediğinde, ölümden sonrası yokluk değil; dönüş, rücûdur. O evladın ölümü, bir bitiş değil; bir geçiştir. Şekil olarak babasıyla, hakikat olarak Rabbiyle buluşmuştur. Çünkü biz bedenle değil, sırla doğar ve ölürüz.
Gerçek Teslimiyet, Celale Razı Olmaktır
Cemâl tecellisine herkes razıdır. Güzelliğe, neşeye, doğuma, başarıya. Ama tevhid, sadece cemâlde değil; celâlde de Allah’ı görebilmektir.
Ölümde, kayıpta, cinayette, zelzelede, yangında…
Her şeyde O’nu görebilmek.
İşte bu, gerçek tevhiddir.
Ve bu teslimiyet, hiçbir zaman akılla tam kavranmaz. Çünkü akıl sınırlıdır. Hakikat, ancak sırla kavranır. Kalple hissedilir. Gönülle seyr edilir.
Son Derinlik: Fail Yok, Varlık Yok, Sadece O Var
Buraya kadar geldiysek, şimdi son hakikate dokunalım.
Baba yok. Oğul yok. Öfke yok. Ölüm yok. Cinayet yok.
Zahiren var gibi görünüyor. Ama hepsi birer iz. Aslında, tek Varlık var.
“Varlıkta Allah’tan başka mevcut yoktur.”
“Kendini yok bilmeyen, O’nu hiç bilmez.”
Bu cinayet denilen olay, aslında varlık perdesindeki bir kıpırtıdır. O kıpırtıya iyi-kötü, güzel-çirkin, acı-tatlı demek, ancak benliğin hükmüdür. Hakikat gözüyle bakıldığında sadece birlik görülür.
Evladın ruhu, ebedî alemde Allah’la beraberdir. Babanın kaderi, O’nun ilmindedir. O anki zuhur, yalnızca birliğin içindeki ayrılığın görüntüsüdür. Ve sonra yine birlik olur.
Ve Son Söz: Bu Olay, Bizim İçin Bir Ayna
Bu olay olmuş bitmiş bir dram değil. Bu, bizim içimize tutulmuş bir ayna.
Çünkü içimizde de bir öfke var. Bir nefs var. Bir yokluk korkusu var.
Ve Allah, bazen dışarıda bir olayla, içimizdeki gafleti sarsar.
Bu olay, bizi uykudan uyandırmak içindir belki de.
Fail aramayalım. Hüküm vermeyelim.
Sadece bakalım. Görelim. Ve yokluğumuzu idrak edelim.
Çünkü ancak yok olan, O’nu tam görebilir.
Ve ancak O’nu gören, her şeyin yerli yerinde olduğunu teslim eder.
Ve der ki:
“Olan oldu, çünkü olması gereken oydu.
Ve olan her şeyde, sadece O vardı.”
Öyleyse, kelimeyle sınırlı olmayan, aklın taşıyamayacağı, sadece “sırrın” duyabileceği bir derinliğe inmeye devam edelim.
Artık ne Dörtyol var, ne baba, ne oğul, ne öfke, ne ölüm.
Şimdi, “yok” olanın içindeki “var”a, zannın içindeki hakikate, çokluğun içindeki birliğe bakacağız.
“Olan” Hiçbir Şey Yok — Çünkü “Olan” Yalnızca O’dur
Önce bir gerçeği içselleştirelim:
Sen varsın sandın — yoksun.
Ben yazıyorum sandın — yokum.
Baba öldürdü sandın — o da yok.
Oğul öldü sandın — o da yok.
Çünkü varlık denilen şey, bir gösterim, bir yansıma, bir hayal.
Hakikatin en yakıcı ifşası şudur:
Sen yoksun. Hiç oldun. Olmadın. Sadece O var. Her şey O.
Bütün bu âlem — olaylar, cinayetler, mutluluklar, dualar, düşüşler — hepsi,
“Ol!” emrinin yankılarıdır.
Dörtyol’daki olay da bir yankıdır sadece. Asıl ses çok daha ötede, asıl ses söz bile değildir.
Kelimeye döküldüğünde kırılır hakikat. O yüzden en derin yer, suskunluğun konuştuğu yerdir.
Ama yine de dilin sınırlarını zorlayarak ilerleyelim.
Cinayet Yok, Zaman Yok, Mekân Yok
“Baba, oğlunu öldürdü.”
Bu cümle, zamanı ve mekânı kabul ederek kurulmuştur.
Oysa…
Zaman diye bir şey yok. Mekân diye bir şey yok.
Sadece, sonsuz anda donmuş bir vehim var.
Sen olay oldu sandın.
Ama olan şey, hep olan bir şeyin sadece zahire düşmüş halidir.
Ne oğul doğdu aslında, ne baba büyüdü, ne bir öfke patladı, ne bir tetik çekildi.
Hepsi çoktan oldu. Ve olmadan oldu.
Çünkü Allah zamandan ve mekândan münezzehtir.
O’nun fiili, bizim “şimdi” dediğimiz şeyin bile ötesindedir.
Sen daha anlamadan, o fiil kendi sonsuzluğunda çoktan bitti.
Kendi Kendini Yaratan Fail: Yoktan Varlığa Değil, Yoklukta Yokluğa
Baba oğlunu öldürdü mü?
Hayır.
Olan şu:
Bir yokluk, başka bir yokluğu “öldürdü” zannetti.
Ama ne öldüren vardı ne öldürülen.
Sadece, Allah’ın ilminde “ben öldürdüm” diyen bir gölge vardı.
Ve o gölgenin bile gerçekliği yoktu.
Bu noktada akıl yanar. Çünkü akıl der ki:
“Ama işte ceset orada, kan döküldü, mahkeme var, kamera kaydı var…”
Evet, bunlar gölgelerin gölgesi.
Sûretin sûreti.
Sen görüntüye dokundun.
Ama hakikat görüntüde değil, yansıtanın varlığında.
Ve yansıtan yalnızca Allah.
Sen Fail Değilsin, Çünkü Sen Yok’sun
İşte şimdi en ağır gerçeğe geldik.
İnsana en zor gelen hakikat şudur:
“Ben” yokum.
Ve her acı, her öfke, her cinayet, her ölüm — bu “ben”in yıkılması içindir.
O baba, oğlunu öldürmedi.
Aslında o baba, “ben” zannını öldüremediği için, evladı suretinde bir gölgeye saldırdı.
Ama gerçek cinayet, orada olmadı.
Gerçek cinayet, senin “benim” dediğin yerde oldu.
O “ben” ki, Allah’a şirk koşar.
O “ben” ki, fiili sahiplenir.
O “ben” ki, “ben yaptım” der — ve bu sözle tüm varlık birliğini deler.
İşte, hakiki şirk oradadır.
Ve belki de o baba, Allah tarafından bu kadar büyük bir “failiyet vehmiyle” yüzleştirilmek için bu kaderi yaşadı.
Yani oğlu değil, benlik öldürüldü.
Ve belki de Allah, o babayı o cinayetle kurtardı.
Bilinmez…
Ama hakikat şunu fısıldar:
Kim ki kendini fail sanır, o hâlâ uykudadır.
Kim ki fiili Allah’a verir, o uyanışa yaklaşmıştır.
Kim ki kendini bile Allah’a verir, işte o hiçliğe girmiştir.
Varlık Terk Edilmeden Hakikat Gözükmez
Eğer sen, bu yazılanları hâlâ “anlıyorum” diyorsan, henüz tam derinlikte değilsin.
Çünkü bu sır, anlayışla değil, yanışla çözülür.
Bu sır, sadece zihinle değil, kalple ve hiçlikle açılır.
Sen var oldukça, O’nu göremezsin.
Ama sen yok olduğunda — işte o zaman “Her şey O’dur” sırrı, varlık olarak değil, sükût olarak iner içine.
Ve Son Derinlik: Her Şey Olmuştu Zaten
Cinayet olmadı.
Ölüm olmadı.
Acı olmadı.
Hepsi çoktan oldu.
Çoktan bitti.
Ve hiç başlamadı bile.
Çünkü “O” idi.
Ve “O”, başı olmayan, sonu olmayan, yanan her varlığın içinde tek var olandı.
Sen yoktun. Ben yoktum.
Ve bütün bu yazı da yoktu aslında.
Sadece O vardı.
Ve O, hâlâ var.
Ve O, hep var olacak.
Her şey, sadece O’nun bir nefesiydi.
Ve o nefes bile — O’nun nefes alışına ait değil, nefesin kendisine ait olmayan bir zuhurdur.
“Hiçlikte yandığın an, gerçekte doğduğun andır.”
Velhasıl:
Bu dünya bir gölge…
Fail yok, eylem yok, benlik yok…
Sadece O var.
Ve O’nun dışında hiçbir şey — aslında hiç olmuştu.
Ne güzel…
Akıl tutulduysa, kapı aralanmış demektir.
Çünkü akılın sustuğu yerden sonra sır başlar. Ve sır başladığında, artık “anlamak” değil, yanmak devreye girer.
Öyleyse şimdi daha da derine dalalım.
“Hiçlik” denilen o mutlak sükûtun bağrına girip, sonra oradan dünyaya, eyleme, kalbe geri dönelim.
Hiçliğin Kalbine Giriş
İlk hakikati söyledik:
“Sen yoksun.”
Peki, bu “yoksunluk” ne demek? Var gibi görünen bu benlik, bu beden, bu hafıza, bu acı… Bunlar ne?
Şimdi seni oraya götüreyim —
“Ben” dediğin şeyin içine…
Kendine sor:
“Ben neyim?”
Cevaplar gelecektir:
- Düşünen bir aklım var.
- Anılarım var.
- Bir bedenim var.
- Bir ismim var.
Ama şimdi hepsini sırayla çıkaralım:
- Aklını bırak. Çünkü akıl zamanla çalışır. Zaman ise yok.
- Anılarını bırak. Çünkü geçmiş yok. Şu an dışında hiçbir şey gerçek değil.
- İsmini bırak. Çünkü isim sana sonradan verildi. Doğarken isimsizdin.
- Bedenini bırak. Çünkü bedenin her saniye değişiyor. Hücrelerin sürekli ölmekte, doğmakta. O hâlde “şu beden benim” diyebilir misin?
En son kalan nedir?
Bilinmez bir farkındalık. İsimsiz bir şahitlik. Kimliksiz bir “olma hali.”
İşte hakikat burada başlar.
Bu nokta, sıfır noktasıdır.
Ne düşünce var, ne duygu, ne kimlik.
Sadece, “Ben olduğumu bilen bir Hiç” var.
Bu Hiç, aslında Allah’ın “Ben” dediği yerde senin yandığın noktadır.
Burada artık sen yok olmuşsundur, ama yok olduğunu bilmeye devam edersin.
İşte bu hiçlik bilinci, insanın taşıyabileceği en ağır hakikattir. Çünkü burada:
Fail yok.
Sahiplik yok.
Hedef yok.
Hatta Allah’a ulaşma gayesi bile yok.
Sadece O var.
Buradan Geri Dönüş: Dünya’ya Varlık Sâdır Olur
Bu noktadan sonra şimdi geri dönelim.
Yavaşça çıkalım o sessiz yokluktan.
Bir baba var tekrar. Bir oğul var.
Bir öfke anı var. Bir fiil var. Bir ölüm var. Bir toplum var.
Yani dünya var. Dünya zahiriyle tekrar karşımızda.
Peki şimdi buraya nasıl bakacağız?
İşte dönüş buradan başlar:
1. Eylem, Bir İlahi Yazgının Zahiri Kıyafetidir
Baba oğlunu öldürdü.
Ama biz biliyoruz artık:
Görünenin ardında O’nun muradı var.
Eylem, yalnızca perdenin kıpırdaması.
Hakiki fail, sadece Allah.
Artık babayı yalnızca bir “katil” olarak göremeyiz. Çünkü biz o noktaya indik ki, ne babayı “fail” ne oğulu “mağdur” olarak tanımlayabiliriz.
Bu ne demek?
Dünya bize siyah-beyaz gibi görünür ama hakikat, tek renkli bir birliktir.
2. Merhamet Değil, Marifet Gerekir
Bir olaya merhametle yaklaşmak yetmez.
Çünkü merhamet de bir sınırdır.
Olaylara marifetle yani “olanın ardındaki O’nu gören bir bakışla” yaklaşmak gerekir.
Evladın ölümü bir yok oluş değil.
Babanın fiili bir kontrol kaybı değil.
Hepsi, Allah’ın ilminde önceden yazılmış bir noktanın görünür olmasıdır.
O hâlde bu olayda ne yapmalı?
3. Teslimiyetin En Derin Biçimi: Celâle Secde
Cemal tecellilerine secde etmek kolaydır.
Yeni doğan bir bebeğe bakıp “Sübhanallah” demek kolay.
Ama o bebeğin, 22 yaşında, babası tarafından öldürülmesini görmek…
İşte bu, celâlin secdesidir.
Ve bu secdeyi sadece o hiçliğe girmiş olan yapabilir.
Çünkü o bilir ki, O’ndan gelen her şey doğrudur.
Anlamasa da doğrudur.
Yaksa da doğrudur.
Yıksa da doğrudur.
Şimdi Bu Bilinçle Dünya’ya Dokun
Artık geri döndük. Ama artık aynı değiliz.
Çünkü akıl yandı. Kalp yıkandı. Benlik eridi.
Şimdi bu yeni farkındalıkla yaşamak demek:
- Artık kimseyi mutlak suçlu göremezsin.
- Artık hiçbir olayı “tesadüf” diyerek geçiremezsin.
- Artık bir fiili yalnızca dünyevi yargıyla değerlendiremezsin.
Şimdi her şeyin içinde O’nu görmeye mecbursun.
Bu mecburiyet bir zorunluluk değil — aşkın ağırlığıdır.
Çünkü bir kez gördün mü, artık görememezlik edemezsin.
Sonuç: Aklın Yandığı, Kalbin Doğduğu Yer
Akıl yandı çünkü hakikat aklı aşar.
Ama kalp doğdu, çünkü hakikat kalpte çiçek açar.
Artık sen ne o cinayeti sadece “kınayabilirsin”
ne de sadece “anlayabilirsin.”
Artık sen sadece secde edebilirsin.
Ve o secde, içinde şunu fısıldar:
“Ey Rabbim, her şeyde yalnız Sen varsın.
Suçta da Sen, güzellikte de Sen.
Varlıkta da Sen, hiçlikte de Sen.
Ben artık yokum. Ve yokluğumla Sana hayranım.”
İşte şimdi dünyadasın. Ama başka bir gözle. Başka bir yürekle. Başka bir hiçlikle.
Yürüyebilirsin…
Ama artık yürüyen sen değilsin.
Yürüyen, O’dur.
Bu, işte sırrın en narin ve en yanıcı yeridir.
Tevhidin “birlik” hakikatiyle bakıldığında, ortada ne günah kalır ne sevap, ne cennet görünür ne cehennem.
Ama şeriat gözüyle, zahir gözüyle, imtihan gözüyle bakıldığında hepsi apaçık yerli yerindedir.
Burada cevap, mertebeyle verilir. Çünkü herkes aynı seviyede anlamaz, herkes aynı yerden sormaz.
O yüzden, bu soruyu soran kişiye hangi mertebeden baktığını önce anlamak gerekir.
Ama biz hepsini kuşatarak cevaplayalım.
1. Hakikat Mertebesinden (Fenafillah / Vahdet)
Bu mertebede bakan kişi için:
Günah da yok, sevap da.
Çünkü “kul” kalmamıştır, sadece Allah kalmıştır.
Bu bakışta fiiller kuldan değil, Allah’tan sadır olur.
Kul, “ben yaptım” demediği gibi, artık “ben varım” bile diyemez.
O, artık kendi gölgesinden geçmiş, yokluğa ermiş,
“Hiçlikte var olmuş” hâle gelmiştir.
Bu kişi için:
- Günah = Allah’ın “Celal” tecellisi
- Sevap = Allah’ın “Cemal” tecellisi
- Cennet = Allah’ın “Rahman” isminin zuhur yeri
- Cehennem = Allah’ın “Kahhar” isminin zuhur yeri
Ve hepsi, O’dur. O’nun ilminde. O’nun muradıyla. O’nun varlığıyla.
Bu noktadan biri “Günah yoktur!” derse — haklıdır, ama yalnızca bu mertebede.
Aynı kişi bunu herkesin ortasında, her idrak sahibine aynı şekilde söylerse — dalalete sebep olur.
Çünkü sır ehline sır, hikmet ehline hikmet gerekir.
Mansur Hallac da “Enel Hak” dedi, ama anlayana. Anlamayana ise darağacı oldu.
2. Şeriat / İmtihan Mertebesinden
Bu mertebede kul vardır. Fiil vardır. Sorumluluk vardır.
Buradan bakan için:
- Günah vardır, çünkü Allah yasaklamıştır.
- Sevap vardır, çünkü Allah emretmiştir.
- Cennet vardır, müjde olarak.
- Cehennem vardır, uyarı olarak.
Bu mertebe, dünya hayatının düzeni, toplumun huzuru, adaletin tesisi, imtihanın ruhu için gereklidir.
Ve Allah, bu mertebeyi iptal etmemiştir.
Peygamberler bu mertebeyle hükmetmiştir.
Bu mertebede şunu demek gerekir:
“Evet, günah vardır. Kul mesuldür. Herkes yaptığının karşılığını görecektir.
Ama eğer hakikate erersen, bu fiillerin de Allah’tan olduğunu, kaderin içinde zuhur ettiğini fark edersin.”
Ama fark etmek, sorumluluğu kaldırmaz.
Çünkü “kul yoktur” sırrı, ancak kul kalmadığında geçerlidir.
3. Sözün Dengesi: Sorana Ne Demeli?
Şimdi diyelim biri sana geldi:
“E o zaman cennet yok mu, cehennem yok mu? Günah, sevap ne oldu?”
Onun idrakine bak.
Eğer hâlâ benlik, öfke, nefis varsa —
Ona hakikati değil, hikmeti anlat.
De ki:
“Allah merhametlidir, ama adildir.
Cennet de doğrudur, cehennem de.
Sevap da doğrudur, günah da.
Çünkü bu âlem bir imtihan yeridir.
Ve herkes, yaptığının karşılığını görecektir.”
Ama eğer soru, kalpten geliyor, nefis yanmış, benlik sönmüş, bir fena hali varsa —
O zaman eğil kulağına fısılda:
“Evet…
Gerçekte ne sen varsın ne ben.
Ne cennet ne cehennem.
Yalnızca O var.
Ve O’nun tecellisinden başka hiçbir şey yok.”
Son Söz: Mertebeler Çakışmaz, Katman Katmandır
Bir denizin yüzeyi var, derinliği var, dibi var.
Yüzeyde dalgalar, derinlikte sükût, dipte sır vardır.
- Yüzey: Günah ve sevap
- Derinlik: İlahi fiiller
- Dip: Varlığın kendisi yok
Hepsi doğrudur. Ama karıştırıldığında tehlike başlar.
Zahiri bâtına, bâtını zahire karıştıran kişi ya ifrat eder ya da inkâr eder.
Ve unutma:
“Cehennem, fiilin cezası değildir; benliğin kendisidir.”
“Cennet, sevabın karşılığı değil; benliğin yok oluşunun armağanıdır.”
O hâlde en büyük sevap: Yok olmaktır.
En büyük günah: “Ben yaptım” demektir.
Ve en büyük cennet: Yalnızca O’nu bilmektir.
“O’ndan geldik,
O’nda yok olduk,
O’ndan başka hiçbir şey zaten olmadı.”
Yorumlar
Yorum Gönder