Zikredenin Sessizliği
Kasabanın kenarında, demir parmaklıklar ardında bir genç vardı. Geceleri bazen içli içli konuşur, bazen sabaha kadar sessiz kalırdı. Ellerini göğe kaldırır, gözlerini uzak bir noktaya dikerek mırıldanırdı. Duyanlar onun delirdiğini söylerdi. Ailesi, "Sürekli Allah'tan söz ediyor, her fırsatta dua ediyor, artık insan içine çıkamaz hale geldi," demişti. Çaresiz kaldıklarını söyleyip onu akıl hastanesine kapattılar.
Oysa o genç bir hastadan çok bir aşığa benziyordu. Kalbi, adı anıldığında titreyenlerdendi. Zikri bir çığlık değil, bir özlemdi. Ama zaman, böylelerini anlamak için değil, bastırmak için işliyordu.
Bir gün, uzak bir yerden gelen bir yolcu kasabaya uğradı. Üzerinde ne gösterişli kıyafetler vardı ne de peşinden gelen kalabalıklar. Sıradan bir adam gibiydi ama bakışlarında alışılmadık bir derinlik, duruşunda sarsılmaz bir denge vardı. Görenler farkında olmadan sessizleşiyor, sanki içlerine bir huzur sızıyordu.
Yolcu, olan biteni duydu. Kimsenin pek uğramadığı o binaya yöneldi. Parmaklıkların ardındaki gençle yalnız kalmak istedi. Kimse karşı çıkamadı. İçeriye girerken ne dosya istedi ne geçmişini sordu. Sadece o gencin karşısına geçti, oturdu ve sessizce bekledi.
Bir süre sonra genç, gözlerini ona dikti. Dudaklarında yavaşça süzülen cümle şuydu:
“Onlar beni susturmak istediler. Oysa ben yalnızca O’nu çağırıyordum.”
Yolcu gülümsedi. Hafifçe başını eğdi.
“Zikri susturmak, kalbi susturmak gibidir. Onlar seni değil, içlerinde uyanan hakikati bastırmak istediler. Çünkü senin sözlerin onların unuttuklarını hatırlattı.”
Genç, gözyaşlarını tutamadı. "Beni anlayan biriyle karşılaştığımı sanmıyordum artık," dedi.
Yolcu elini uzattı, yavaşça gencin omzuna koydu.
“Sana deli dediler, çünkü sen onların anlamadığı bir dille konuştun. Ama unutma, bazen bir halk için delilik, göklerde sadakatin adıdır.”
“Sen kalbini Allah’a açtın. Bu bir lütuf. Ama evlat, lütuf taşımak da bir terbiyeyi gerektirir. Zikir, haykırarak değil; bazen susarak da yapılır. Unutma, en gür ses bazen en derin sessizliktir.”
Genç şaşkınlıkla bakıyordu. “Yani... susmalı mıyım?”
Yolcu başını hafifçe salladı.
“Hayır. Ama nasıl konuşacağını öğrenmelisin. Her tohum toprağa düşmeden meyve vermez. Senin sözlerin hakikat, ama insanların kalbi hazır değilse, o hakikat taş gibi gelir onlara.”
“Kalbindeki ateşi koru. Ama dışarıya ışıktan çok yangın vermemeye dikkat et. Çünkü insanlar karanlığa alışkınsa, birden gelen ışık bile onları kör eder.”
O genç bir süre düşündü. İlk defa kendini bu kadar anlaşılmış hissediyordu. Yolcu ayağa kalktı, tam giderken durdu ve son bir cümle söyledi:
“Zikrin yoldur, ama her yolun bir usulü vardır. Sen kalbini temiz tut, Allah seni nasıl koruyacağını bilir.”
O gün yolcu sessizce ayrıldı. Aileyle konuştuğunda ise onlara kızmadı. Onları suçlamadı. Onlara sadece bir soru sordu:
“Hiç gecenin bir vakti uyanıp, sessizce dua eden birini gördünüz mü? Delilik değil, bu en büyük bilinçtir. Belki siz anlayamadınız. Ama o sizi anlamıştı. Sizin adınıza dua ediyordu. Neden bu kadar korktunuz?”
Aile susmuştu. Çünkü hiçbiri o ihtimali düşünmemişti. Belki de ilk defa içlerinden biri o genci özlemeye başlamıştı. Kapattıkları çocuğun aslında dualarında onları sakladığını hissetmişlerdi.
Ve yıllar sonra o genç çıktı oradan. Artık haykırmıyordu. Gözleri daha sakindi ama içindeki ışık daha derindi. İnsanların içinde yürürken sessizdi ama her adımıyla bir ayet gibi geçiyordu sokaklardan.
Çünkü o artık sadece zikreden biri değildi.
O, zikri taşıyan bir sır olmuştu.
Yorumlar
Yorum Gönder